Vergi, Maliye, Ekonomi, Sosyal Güvenlik, Ticaret Hukuku Hakkındaki Herşey

Kültür ve Sanat

Furkan Musa DOĞAN
Furkan Musa DOĞAN
1570OKUNMA

Onca Yoksulluk Varken

Onca Yoksulluk Varken
Sait Faik Anısına…

"Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir." - Tolstoy"

Rüzgar, sessizliğini sabahın erken vakitlerinde bozmuştu. Pencere, yağan kardan dolayı buğulanmış; çerçeve suntadan olduğu için de karın suyu küpeşteden yere tıp tıp düşüyordu. Abbas, somyanın üstünden kalktı ve pencerenin önüne doğru yaklaştı. Perdeyi elinin tersiyle açarken yere biriken su çorabını ıslatmıştı. Gözlerini karşı dağın eteklerine doğru gezdirdi. Dağın üzerindeki sis bir şeylerin kötü habercisi gibiydi. Yönünü çevirip odanın kapısına doğru adım atmaya başladı. Bir an çorabının ıslak olduğunu hatırladı. Elini somyanın bir tarafına koydu. Somyandan çıkan sesler eşliğinde çorabını çıkarttı. Odadan çıkınca lavaboya gidip elini yüzünü yıkadıktan sonra salona geçip bir sigara yaktı. Gün tam doğmadığı için her sigarayı çekişinde ufakta olsa etrafa bir ışık saçılıyor ve salondaki ayna da kendini görüyordu. Sigarasını küllüğe söndürüp balkona geçti. Karşıdaki dağları şimdi daha net görüyordu.  Dağlar öyle görkemli ve ihtişamlıydı ki gözünü ayıramıyordu. Abbas’ın dikkati topraktaki karıncalara odaklanmıştı. Karıncalar kendi aralarında insanlara kızar gibiydi. Onların yanına yaklaşıp dinlemeye başladı.

Ah insanlar! Ah!
Ne oldu büyük kraliçe?
Biz insanlara hizmet etmek için yaratıldık. Onlar bizi yok sayıyor.

Abbas, karıncalar arasındaki çeken bu diyalogları sonuna kadar pür dikkat dinlemişti. Hayvanların arasındaki diğer konuşmalara da kulak kesildi. Artık dinleyecek ne yüzü ne de ruh hali kalmıştı. Çünkü insanlar dünyaya geldiğinde sanki bu alemi cehenneme çevirmişlerdi. Her hayvanın insanlara karşı şikayeti vardı. Karıncaların sorunu, insanlar toprağın üstündeki otları yakmak için onları telef ediyordu.

Diğer taraftan kuşlar ve kediler ise zehirli yiyecekler vererek onları öldürdüklerini zikrediyorlardı. Bu insanoğlunun içindeki hırs ve canavar hissi ne zamandan beri böyleydi? Kendinden başka kimseyi görmeden yaşamak insanın şanına yakışır mıydı? Hodbin ve kibirli olmak insana samimiyetsiz övgüden başka ne kazandırabilirdi? Aklındaki bu sorular aynı bir aşiret düğününde ki bitmek bilmeyen halay havası gibi çalıp durdu.

I.BÖLÜM 

Abbas, yirmi altı yaşlarında, hafif sakallı, tıknaz, zayıf kuru bir delikanlıydı. Üniversiteye ailesinin trafik kazasında kaybettiği için gidememişti. Kendi başına bir dağ evinde kalıyordu. Evinde tavukları, keçileri, köpekleri vardı. Onlarla yatıyor onlarla kalkıyordu. Hayvanlardan ve topraktan kazandığı parayla kitaplar alıyor; ne zaman kitap almak için yola çıkarsa köyün o eski minibüsünün içine heyecandan dolayı sığamıyordu. Abbas’ın asıl mesleği  Pazar arabasına kendi okuduğu kitapları doldurup kendi evine baya uzak bir semtte bulunan köprü altında satmaktı.  Yaptığı iş bu yüz yıla göre baya uğraş vericiydi. Çünkü insanlarla uğraşmak hayvanlarla uğraşmaktan daha zor ve çekilmezdi.

Abbas, sabahın ilk saatlerinde Pazar arabasına kitap, tarhana, tespih ve buna benzer malzemelerini yerleştirip yola düştü. Yanına dedesinden kalma TRT radyosunu da almayı unutmamıştı. Radyoyu tezgahın yanına koyup  bir yandan türkü dinliyor bir yandan müşterilerinin dikkati çekiyordu.  Hava oldukça sıcak ve nemliydi. Abbas köprü altına gelmiş ve tezgahını açmıştı. Karşı tarafta bulunan kıraathanenin  sahibi Süleyman emmi tezgahın önüne yaklaştı.

-Ne yaptın bakalım Abbas Efendi.
-Şükürler olsun! Emmi seni sormalı?
-Sorma Abbas’ım başımızda bir hal gidiyoruz.
-Ne oldu emmi?

Süleyman emmi, o sıra dükkanın önünde bekleyen çırağa iki çay getirmesini işaret etti. Çırak içerinden kırmızı damalı olan tabak altığı ile iki tane tavşan kanı çayı tezgahın üstüne bırakıp dükkanın önüne geçti.

-Ula puşt! Ne duruyorsun öyle ay çiçeği gibi gidiver içeriye de temizlik felan meyim yap! Bak hala duruyor it oğlu!

Çırak arkasına bile bakmadan dükkanın içinde temizliğe başlamıştı. O da biliyordu ki bugün Süleyman emminin bu hali hal değildi. Çünkü Süleyman emmi helal yoldan kazanan, kimsenin kalbini kırmayan, tam bir bozkırın yiğit adamıydı. Kendisi aslen Kırşehirliydi. Süleyman emmi, jilet gibi giyinmesinin yanı sıra İstanbul Beyefendisi gibi konuşarak müşterilere kitapları tanıtır ve gelen kimseyi eli boş dükkandan çıkarmazdı. İşlettiği kıraathane babasından kalmış. Babası ölünce de kıraathanenin içerisinde okey, pişpirik vb. oyunları yasaklamıştı. Kıraathanenin içinde gazete, dergi, kitap buna benzer şeyler okunup tartışılıyor bir yandan da çaylar servis ediliyordu. Dükkanın duvarlarında – Cemal Süreyya, Nazım Hikmet, Tolstoy, Cahit Zarifoğlu, Oğuz Atay…- yazar ve şairlerin resimleri asılı duruyordu. Kasanın hemen arkasında şık kıyafetiyle dikkat çeken babasının sararmış fotoğrafı dükkana renk katmıştı.  Babasının fotoğrafının altında güzel hatla yazılmış bir söz yazmaktaydı.

 -Kitap, zekayı kibarlaştırır.-

Şöminenin hemen yanında görkemli bir masa mevcuttu. Bu masa emminin kitap okuma yeriydi. Masanın üstünde  yetmişlerden kalma iğne oyalı beyaz örtü, sayısız plak ve pikap, bakır renkli kase ve içerisinde kalemler vardı.  Dükkanın sol köşesinde kumbaraya benzeyen bir kutu bulunmaktaydı. Bu kutuya insanlar kitap bağışında bulunuyordu. Kitap kutusu dolunca emmi gerekli yerlerle iletişime geçip, bunları köy çocuklarına gönderiyordu. Uzun lafın kısası durumlar bundan ibaretti.

II. BÖLÜM

Süleyman emmi, çay kaşığını her karıştırdığında Abbas dikkatli bir şekilde ona bakıyor ve durumun ne olduğunu tahmin etmeye çalışıyordu.  Süleyman emmi, Abbas’ın yanına bir tabure çekerek oturdu. Gömleğinin ön cebinden sigara paketini aldıktan sonra Abbas hemen yeltenip sigarayı yaktı.

-Eee! Süleyman emmi, anlat yahu… Ne oldu?
-Abbas, civanım… Bir okula yardım etmemiz gerekiyor. Çocukların durumu pek iç açıcı değil.
-Emmi, sen hele yapacaklarımızı söyle.  Üstümüze düşen vazife var mı?
-Abbas, okulun ihtiyaç listesini çıraktan al. Haftaya cumaya bunları temin etmemiz gerekiyor.

Abbas, yavaş adımlarla tezgahının önüne doğru gitti. Çıraktan aldığı listeye göz gezdirmeye başlamıştı. Listede yok, yoktu. Sanki okulun temelini atmışlar öylece bırakmışlar gibiydi. Okulun ihtiyaçlarının bazıları Abbas’ın kömürlüğünde vardı. Hemen aklına gelenleri listeden kalemiyle sildi. Diğer ihtiyaçlar bot, mont gibi giyim eşyalarıydı. Bunu da Terzi Neşet abiyle konuşup halledebilirdi. Bu fikir aklına gelince çırağa tezgaha göz kulak olmasını söyleyip yola düştü.

Terzi Neşet abi, kırk yıldır bu işle uğraşıyordu. Ankara Saman Pazarı’nın en ünlü terzisiydi. Dükkanı işlek bir yerde bulunuyordu. Dükkanda babası rahmetli Veysel Ağa’dan mirastı. Terzi Neşet’in oğlunun babasının mesleğinde pek gözü yoktu.  Dükkanda hatıraları olan Neşet abi de  bu duruma epey hüzünleniyordu.

Abbas, dükkanın kapısından içeriye girdi.

-Oooo! Selamun Aleyküm! Neşet Abi ne yaptın? Nasılsın?
-Aleykümselam! Hoş geldin. Şükür! Abbasım… Geçinip gidiyoruz. Seni sormalı? Memlekette kitap okuyan kaldı mı?
-Neşet abi, durumları pek iyi değil.
-Ne oldu? Hele şu tabureyi çek.

Terzi Neşet, hemen megafondan çay istasyonuna iki çay getirmelerini söyledi.

-Neşet abi, Süleyman emmi bir okul bulmuş. Okulun çok ihtiyaçları var.
-Varsa elimizden gelen bir şey?
-Abi, 10 tane çocuk montu ve botu lazım. Yaş grupları kağıtta yazıyor. Kaç güne bunları dikersin?
-Abbas efendi, sen ona kafanı yorma! Ben 2-3 güne dikerim. Sen bana söylediğin rakamı unut. Tamam mı?
-Hayırdır inşallah Neşet Abi?
-Eeee oğlum.. Bizde çocuk büyüttük. Geçinmek, en zor sanattır.  Şimdi ben 60 adet mont dikeceğim. Bunları birisi öğrenciye, diğerlerini de onların annesi babasına anlaştık mı?
-YAŞAAAAAAAAAAAA!!!

Kapının ardından çaycı gelip çayları bıraktı. Terzi Neşet, hep böyle yürekten ve gönlü bol bir adamdı. Abbas, tezgaha doğru yol almaya başladı. Yolda yürürken duvarlarda ki yazılar dikkatini çekti.

“Bütün Haklar Aynı Anda Gasp Ediliyordu.

Birinciliği Kadına ve Hayvanlara Verdiler.”

“Hak İstenmez; Alınır.”

“Devrim Gelsin! Fakirlik Bitsin.”

Abbas, çok vakit kaybetmek istemediği için adımlarını hızlandırdı. Elindeki listeye bakıyor ve gülümseyerek oradan oraya atlayıp duruyordu. Tezgaha ulaşan Abbas, Süleyman emminin yanına giderken yüzünde çiçekler açıyordu.

-Süleyman emmi, LİSTE TAMAM! Çocuklar artık üşümeyecek.

-VAY ASLANIM! VAYYYYYY!

Süleyman emmi ile Abbas ayağa kalkarak sarılmaya başladı. Çırak önlerine iki çay koyup içeriye gitti. İçeriden rahmetli babasından kalan bir kitabı, köy çocuklarına armağan etmeyi düşündü ve kararlı bir şekilde “Emmi, beni oğlun gibi bilirsin. Bu kitapta benden. Hemi benimde çorbada tuzum olur.” dedi. Süleyman emmi, biraz duygulanarak kitabı kabul edip masanın üstüne koydu. Çırağın hediye ettiği kitap C.Pavese’nin “Yaşama Uğraşı” kitabıydı.

III. BÖLÜM

Abbas, Terzi Neşet’ten alacaklarını almış; kendi evindeki eşyaları da yüklenmiş sırtına, Süleyman emminin dükkanının önüne getirmişti. Süleyman emmi, kırmızı renkli Anadolu’sunun arka römorkun zincirini açmış çırak ve kendisiyle eşyaları dizmeye başlamıştı. Ahh… O hallerini bir görseniz. Sanki dünyalar onların olmuş; haberleri yokmuş gibi davranıyorlardı. Cennetten bir haber almış gibiydiler.

Süleyman emmi, arabayı çalıştırmak için ön koltuğa geçip gaza bastı. Çırağın yanına giderek dükkanda neleri yapması gerektirdiğini  tembihledi.  Abbas’ta şoför koltuğunun yanına oturmuş ve bir sigara yakmıştı. Daha sonra çırağa bir iki kere kornaya basıp hareket etmeye başladılar. Yol, merkeze otuz kilometre uzaklıktaydı. Gittikleri yer Ankara’nın Elmadağ ilçesiydi.  Süleyman emmi, yola düştükten bir süre sonra radyonun sesini hafif yükseltti. Radyo da Tolga Çandar’ın seslendirdiği “Deniz Üstü Köpürür.” türküsüydü.

Elmadağ’ın yokuşunu hemen hemen herkes bilirdi. Çok çetin ve keskin virajlara sahip bir yoldu. Süleyman emmi, her zaman ki gibi çok dikkatli ve özenli sürüyor; Abbas uyumaması için şiir okuyor ve babasıyla alakalı sorular soruyordu. Abbas, keskin virajı dönerken birden içine bir kötü his peydah olmuştu. Abbas’ın içine doğan his gerçekti. Virajı dönerken karşı yoldan bir tırın freni patlamış üzerlerine geliyordu. Süleyman emmi, direksiyonun hakimiyetini zorda olsa sağlamaya çalıştı fakat bu çabalarda yetmemişti. Üzerlerine gelen tır onları ezmişti. Arabanın arkasından Terzi Neşet’in yaptığı montlar yere saçılmış, Abbas’ın evden getirdiği sandalye, kalemler, dergiler arabanın altında kalmıştı. Olay yerine gelen ilk yardım ekipleri gelmişti fakat artık çok geçti. Çünkü oracıkta can vermişlerdi.  Abbas ve Süleyman emmiyi ilk yardım ekipleri tarafından arabadan çıkartılırken radyodan bir ses yükselmeye başladı.

“Ecel geldi erkenden hey canım hey
Denizin ortasında hey canım rinna nay rinna rinna nay
Mum yanar sofrasında hey canım hey
Benim de şu cihandan gidişim hey canım rinna nay rinna rinna nay
Memleket sevdasından hey canım hey

Benim de bu cihandan gidişim hey canım rinna nay rinna rinna nay
Memleket sevdasından
Memleket sevdasından
Memleket sevdasından
Memleket sevdasından
Hey canım hey
Hey hey..”

09.10.2019

Yorumlar

  • M
    Mehmet YALÇINDERE
    Elinize ve emeğinize sağlık…

Yorumlarınızı Bize Yazınız

Soru Sor