Vergi, Maliye, Ekonomi, Sosyal Güvenlik, Ticaret Hukuku Hakkındaki Herşey

Mükellef Hakları

Mustafa BALCI
Mustafa BALCI
5365OKUNMA

Ödeme Emirlerinde Anayasanın 40. Maddesi Uygulaması ve İçtihadın Birleştirilmesi Kararı İhtiyacı

Anayasanın “Temel hak ve hürriyetlerin korunması" başlıklı 40’ıncı maddesine 2001 yılında "Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır." şeklinde ikinci fıkra hükmü (1) eklenmiştir.

Anayasanın 40’ıncı maddesine eklenen fıkranın gerekçesinde(2); bireylerin yargı ya da idari makamlar önünde sonuna kadar haklarını arayabilmelerine kolaylık ve imkân sağlanmasının amaçlandığı, son derece dağınık mevzuat karşısında kanun yolu, mercii ve sürelerin belirtilmesinin hak arama, hak ve hürriyetlerin korunması açısından zorunluluk hâline geldiği ifade edilmiştir.

Vergi yargısı tarafından verilen çok sayıda kararda(3); Anayasanın 40’ıncı maddesinin doğrudan uygulanabilecek nitelikte amir bir hüküm olduğu, idari işlemlerde muhatabın nereye, hangi sürede itiraz edeceği/dava açacağı/kanun yollarına başvurabileceği hususunda bilgi içermemesi durumunda, başvuru süresi gösterilmeyen işlemlere ilişkin yazılı bildirim süreci başlamayacağı için, davanın süresinde açılmadığından söz edilemeyeceği ve davanın süresinde açıldığının kabulü suretiyle uyuşmazlıkların esasına geçilmesi gerektiği ifade edilmiştir.

Diğer taraftan özellikle Danıştay’ın idari dava dairelerinin(4) ve idari istinaf daireleri kararlarının(5) Anayasanın 40’ıncı maddesine aykırı hareket edilmesi halinde genel dava açma süresinin uygulanması gerektiği yönünde kararları bulunmaktadır.   

İdari yargıya ilişkin yukarıda yer verdiğimiz kararlar birlikte değerlendirildiğinde; Anayasanın 40’ıncı maddesine aykırı hareket edilmesi halinde idari yargının vergi yargısına ilişkin kararlarında; usulüne uygun bir yazılı bildirim bulunmadığı gerekçesiyle dava açma süresinin işlemeye başlamayacağı ve uyuşmazlığın esası hakkında karar verilmesi gerektiği yönünde iken; Danıştay’ın idari dava daireleri ve idari istinaf dairelerinin ise; özel dava açma süresinin uygulanmayacağı ancak açılacak davaların genel dava açma süresi içinde olması gerektiği yönünde kararlar verdiği görülmektedir.

 Konuya ilişkin görüşümüze gelince; 2577 sayılı Kanun’un 7’nci maddesi gereği dava açma süresi, yazılı bildirim yapılan hallerde yazılı bildirimin yapıldığı tarihi izleyen günden itibaren başlayacak olmakla birlikte, Anayasanın 40’ıncı maddesinin ikinci fıkrası gereği yazılı bildirimde; idari işlemin muhatabının nereye, hangi sürede itiraz edeceği/dava açacağı/kanun yollarına başvurabileceği hususunda bilgi verilmemesi durumunda ortada hukuka uygun bir yazılı bildirimden bahsedilemeyeceğinden dava açma süresinin de işlemeye başlamasının söz konusu olmayacağı ve davanın esasının incelenmesi gerektiği yönündedir(6).

Nitekim Danıştay Vergi Dava Daireleri Kurulu'nun 27.01.2021 tarihli kararında(7); Devletin işlemlerinde, bireylerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorunda olduğunu öngören Anayasanın 40’ıncı maddesinin ikinci fıkrasının, ayrı bir yasal düzenlemenin varlığını gerektirmeyen, doğrudan uygulanabilir nitelik taşımasından dolayı yasama, yürütme ve yargı organlarının, idare makamlarının ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarının işlemlerinde, bu işlemlere karşı başvurulacak idari veya yargı mercileri ve kanun yolları ile sürelerini belirtmesinin zorunlu olduğu, bu nedenle, idari makamlarca tesis edilen; hangi kanun yollarına, hangi mercilere başvurulacağı hususu ve başvuru süreleri belirtilmemiş olan işlemlerde tebliğ ile dava açma süresi başlamayacağı ve bu şekilde tesis edilen işlemlere karşı açılacak davalarda davanın süresinde açılmadığından söz edilemeyeceği ve işin esasının incelenmesi gerektiği belirtilerek, BİM Vergi Dava Daireleri kararları arasındaki aykırılığın giderilmesine karar verilmiştir.

Danıştay’ın idari ve vergi dava daireleri arasında görüş farklılığı bulunduğu açık olup, içtihadın birleştirilmesi yönünde alınacak karar ile benzer ihtilafların ülkenin tümünde aynı yönde karara bağlanıyor olması yargı kararları arasındaki yeknesaklığı sağlayacağı gibi adalet duygusunun zedelenmesini de engelleyecektir.

Nitekim Anayasa Mahkemesinin 2019 yılında bireysel hak ihlali başvurusuna ilişkin verdiği bir kararda(8); yüksek yargı kararları arasında benzer hukuki ihtilaflarda birbirine zıt kararlar verilmesi ve bu farklı karar uygulamasının uzun zaman sürmesi ve derinlik kazanmasının hukuki belirlilik ve öngörülebilirlik ilkelerine ters düşeceği, aynı yargı koluna dâhil mahkemeler arasındaki derin ve süregelen içtihat farklılıklarını ortadan kaldırabilecek mekanizma olan içtihadı birleştirme uygulaması ile bu içtihat farklılığının giderilmesi gerektiği ve bu yükümlülüğün adil yargılanma hakkının güvencelerinden biri olduğu, yedi yıldan beri süren içtihat farklılığının derinleşmiş ve sürekli bir nitelik kazanmış olması, Dairelerin ve buna bağlı olarak alt dereceli mahkemelerin vardıkları sonucun davaların somut özelliğinden kaynaklanmaması ve hukuki belirsizliğe yol açan bu durumun ortadan kaldırılmasını sağlayacak içtihadı birleştirme kararı gibi elverişli bir mekanizma bulunmasına rağmen bunun işletilmemesi neticesinde uyuşmazlığın çözümünde görev alan Daire ve Kurula göre farklı ve birbiriyle çelişkili kararlar ortaya çıktığı, içtihadın birleştirilmesi yolunun işletilmemesi nedeniyle varılan sonucun başvurucu için öngörülemez olduğu ve bu hususun hükümden bağımsız olarak yargılamanın hakkaniyetini zedelediği sonucuna ulaşılmıştır.

2575 sayılı Danıştay Kanunu'nun 40’ıncı maddesi uyarınca Danıştay İçtihadı Birleştirme Kurulu kararları, Danıştay Daireleri ve Kurullarını, istinaf daireleri ile idare ve vergi mahkemelerini ve idareyi bağlayıcı niteliğe sahip olması nedeniyle, uzun zamandır farklı yönde oluşmuş ve içtihat haline gelmiş içtihat farklılıklarının giderilerek, içtihadı birleştirme kararı alınmasında hukuki fayda bulunmaktadır.

KAYNAKLAR

(1) Ek fıkraya ilişkin4709 sayılı Kanun’un 16’ncı maddesi 17.10.2001 tarih ve Mükerrer 24556 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır.

(2) https://www.anayasa.gov.tr/media/6382/gerekceli_anayasa.pdf (erişim tarihi 01.04.2021).

(3) Dan.VDDK., 24.2.2016 tarih ve E.2016/116, K. 2016/198 sayılı kararında; “2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın "Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü" başlıklı 11'inci maddesinde, Anayasa hükümlerinin, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğu; "Hak arama hürriyeti" başlıklı 36'ncı maddesinde, herkesin, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı önünde davacı ve davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahip olduğu hükümlerine yer verilmiştir. Anayasanın "Temel hak ve hürriyetlerin korunması" başlıklı 40'ıncı maddesine, 4709 sayılı Kanunun 16'ncı maddesiyle eklenen ikinci fıkrada ise "Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır." düzenlemesi yapılmıştır. Bu ek fıkranın gerekçesinde, değişikliğin, bireylerin yargı ya da idari makamlar önünde sonuna kadar haklarını arayabilmelerine kolaylık ve imkan sağlanması amacıyla ve son derece dağınık mevzuat karşısında kanun yolu, mercii ve sürelerin belirtilmesinin hak arama; hak ve hürriyetlerin korunması açısından zorunluluk haline gelmesi nedeniyle yapıldığına değinilmiştir.

Anayasal düzenlemeler ve değinilen gerekçeden Devletin, kurumları vasıtasıyla tesis edilen her türlü işlemlerinde, bu işlemlere karşı başvurulacak yargı yeri veya idari makamlar ile başvuru süresinin gösterilmesinin anayasal zorunluluk haline getirildiği anlaşılmaktadır. Anayasanın bağlayıcılığı karşısında, bu zorunluluğa; yasama, yürütme ve yargı organlarının, idare makamlarının ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarının uymakla yükümlü oldukları sonucuna ulaşılmaktadır. Bu durum, Anayasa Mahkemesinin 18.10.2003 gün ve E.2003/67, K.2003/88 sayılı kararında; hukukun üstünlüğünün egemen olduğu ve bireyin insan olarak varlığının korunmasını amaçlayan hukuk devletinde vatandaşların hukuk güvenliğinin sağlanmasının, hukuk devleti ilkesinin yerine getirilmesi zorunlu koşullarından olduğu ve hukuki güvenliğin, statü hukukuna ilişkin düzenlemelerde istikrar, belirlilik ve öngörülebilirlik göz önünde bulundurularak, açık ve belirgin hukuk kuralları yürürlüğe koyup, uygulayarak sağlanacağı şeklinde ifade edilmiştir. Bu bağlamda, Devletin bir kurumu olan vergi  idaresinin de kurduğu idari işlemlerde; işleme karşı başvurulacak kanun yolunu, idari mercii ve başvuru süresini göstermesi gerekmektedir. Bu gereklilik, ilgili makamların takdirinde olmayıp, en üst hukuki norm olan Anayasanın bağlayıcılığının zorunlu bir sonucudur. Uygulama yasalarında bu zorunluluğu öngören bir düzenleme bulunmayan durumlarda, Anayasanın 40'ıncı maddesinin ikinci fıkrasının, doğrudan uygulanabilirliği sorunu yönünden de değerlendirilme yapılması gereklidir. Anayasa kuralları, kural olarak doğrudan uygulanacak hükümlerden olmayıp, yasalarda gerekli düzenlemeler yapılarak yaşama geçirilirler. Ancak, öğretide ve Anayasa Mahkemesinin kimi kararlarında, yürürlüğe konulması gereken yasal düzenlemede yer verilmesi gereken konuların anayasa metninde açıkça kurala bağlandığı durumlarda, bir özel yasa ya da yürürlükteki yasalarda uygun değişiklik yapılması gerekmeksizin anayasa hükümlerinin doğrudan uygulanacağı kabul edilmektedir. Nitekim Anayasa Mahkemesi, Anayasanın 40'ıncı maddesinin ikinci fıkrasının doğrudan uygulanması gerektiğini, 8.12.2004 tarihinde verdiği E:2004/84, K:2004/124 sayılı kararında; 5225 sayılı Yasada, başvurulacak kanun yolu ve süresinin özel olarak düzenlenmemiş olmasının, Anayasanın 40'ıncı maddesine aykırılık oluşturmadığını belirterek benimsemiş ve kararında; bireyler hakkında kurulan işlemlere karşı kanun yolları, başvurulacak merciler ile sürelerin belirtilmesi yönünden Devlete verilen görevin bir zorunluluk içerdiğine, bu zorunluluk nedeniyle her yasada özel bir düzenleme yapılması gerekmediğine değinerek, Anayasanın 40'ıncı maddesinin ikinci fıkrasının, doğrudan uygulanır nitelik taşıdığını kabul etmiştir.    

Devletin, işlemlerinde, bireylerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorunda olduğunu öngören Anayasanın 40'ıncı maddesinin ikinci fıkrasının, ayrı bir yasal düzenlemenin varlığını gerektirmeyen, doğrudan uygulanabilir nitelik taşımasından dolayı yasama, yürütme ve yargı organlarının, idare makamlarının ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarının işlemlerinde, bu işlemlere karşı başvurulacak idari veya yargı mercileri ve kanun yolları ile sürelerini belirtmesi zorunludur.

Dosyada bulunan ve davacının, 5811 sayılı Kanun’dan yararlanmak istemiyle yaptığı başvurunun reddine ilişkin 15.2.2010 tarih ve 5900 sayılı işlemin incelenmesinden, bu işleme karşı başvurulacak yargı mercii ve dava açma süresinin gösterilmediği saptanmaktadır. Bu durum, Anayasanın 40'ıncı maddesinin ikinci fıkrasına ilişkin gerekçede belirtildiği gibi son derece karışık olan mevzuat karşısında bireylerin yargı yeri ve idari makamlar önünde haklarını sonuna kadar arayabilmelerini olanaklı kılmak amacıyla öngörülen zorunluluğa aykırı ve dolayısıyla Anayasanın 36'ncı maddesinde öngörülen hak arama hürriyetini sınırlayıcı bir sonuç doğurmuş ve Anayasanın temel hak ve hürriyetlerin korunmasını düzenleyen 40'ıncı maddesine açıkça aykırılık yaratmıştır.

Başvuru süresi gösterilmeyen dava konusu işleme ilişkin yazılı bildirim süreyi başlatmayacağı için davanın süresinde açılmadığından söz edilemeyeceğinden, davayı süre aşımı nedeniyle reddeden vergi mahkemesi ısrar kararında hukuka uygunluk görülmemiştir.” ifadelerine yer verilmiştir.

Dan.4.D.,23.01.2018 tarih ve E.2014/3033, K. 2018/509 sayılı kararında; “Söz konusu düzenlemeler ve anılan gerekçenin birlikte değerlendirilmesinden; bireylerin yargı ya da idari makamlar önünde anayasal bir hak olan "hak arama hürriyetlerini" son derece dağınık mevzuat nedeniyle sonuna kadar kullanabilmelerini sağlamak ve kolaylaştırmak amacıyla, Devletin kurumları vasıtasıyla tesis edilen her türlü işlemi muhataplarına tebliğ etmesi ve bu işlemlerde, işlemlere karşı başvurulacak yargı yolunun veya idari makamların gösterilmesi, ayrıca söz konusu başvurunun süresinin de belirtilmesi gerektiğinin bir Anayasal zorunluluk  olduğu ve bu zorunluluğa Anayasanın bağlayıcılığı ilkesi gereği yasama, yürütme ve yargı organlarının, idare makamlarının ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarının uymakla yükümlü oldukları sonucuna ulaşılmaktadır. Bu durum, Anayasa Mahkemesinin 18/10/2003 günlü ve E.2003/67, K.2003/88 sayılı kararında; Hukukun üstünlüğünün egemen olduğu bir devlette hukuk güvenliğinin sağlanması hukuk devleti ilkesinin yerine getirilmesi zorunlu koşullardandır. Bireyin insan olarak varlığının korunmasını amaçlayan hukuk devletinde vatandaşların hukuk güvenliğinin sağlanması zorunludur. Devlet açık ve belirgin hukuk kurallarını yürürlüğe koyarak bunları uyguladığı zaman hukuk güvenliği sağlanır şeklindeki yorumla somutlaşan "hukuk devleti" ve "belirlilik" ilkelerinin de bir gereğidir.

Dosyanın incelenmesinden, davacının, adına tarh edilen vergi ve cezalara ilişkin açtığı menfi tespit davasının Bakırköy 6. Sulh Hukuk Mahkemesinin 14/07/2009 tarih ve E.2008/354, K.2009/881 sayılı kararı ile idari yargının görevli olduğu gerekçesiyle reddedildiği ve bu kararın 05/11/2009 tarihinde kesinleştiği, görevsizlik kararı üzerine davacı tarafından Vergi Mahkemesinde 16/03/2010 tarihinde dava açıldığı anlaşılmaktadır.

Adli yargıda açılan davada verilen görevsizlik kararında  dava açma süresi gösterilmediği, bu nedenle davacının vergi mahkemesinde açtığı davanın süresinde olduğu, öte yandan Vergi Mahkemesince verilen dilekçe ret kararı üzerine dava konusu yaptığı tahakkukların kapsamında ödeme emirleri de olduğu, ödeme emirleri içeriği incelenerek karar verilmesi gerektiğinden davanın süre aşımı nedeniyle reddine ilişkin Vergi Mahkemesi kararında hukuka uyarlık bulunmamaktadır.” ifadeleri yer almaktadır.

  •  Dan.VDDK., 28.2.2018 tarih ve E.2018/12, K. 2018/113 sayılı kararı,
  •  Dan.9.D.,20.06.2019 tarih ve E.2019/3308, K. 2019/2950 sayılı kararı,
  •  Dan.7.D.,22.10.2019 tarih ve E.2015/1228, K. 2019/5638 sayılı kararı,
  •  Dan.3.D., 15.05.2018 tarih ve E. 2016/9415, K. 2018/2663 sayılı kararı aynı yöndedir.
  •  Dan.3.D., 05.03.2019 tarih ve E. 2018/1508, K. 2019/1538 sayılı kararında; “Değinilen düzenlemeler uyarınca, temyiz sınırını (2017 yılı için 103.000 TL) geçen uyuşmazlık konusu tarhiyata karşı açılan davanın reddi üzerine yapılan istinaf başvurusuna ilişkin 30 gün içinde temyiz yoluna başvurulabileceği yolundaki bilgiyi içermeyen karara  yöneltilen temyiz başvurusunun reddi yolundaki kararda hukuki isabet görülmediğinden bozulması gerekmektedir.” ifadeleri yer almaktadır.

Ankara BİM.4.VD. 05.02.2019 tarih ve E.2018/2145, K. 2019/162 sayılı kararında; “Her ne kadar; Vergi Mahkemesince, davacı şirket tarafından ihtirazi kayıtla beyan edilerek 30/04/2018 tarihinde tahakkuku verilen 2018 yılına ilişkin elektrik üretim lisans harcının kaldırılması istemiyle açılan davada; tahakkuk fişinin 30/04/2018 tarihinde düzenlenmiş olup; tahakkuk fişinin düzenlendiği tarihten itibaren 30 gün içinde, en geç 30/05/2018 tarihinde açılması gerekirken, bu sürenin geçirilmesi suretiyle 02/07/2018 tarihinde Mahkeme kayıtlarına giren dava dilekçesiyle açılan davanın, süre aşımı nedeniyle esasının incelenmesine olanak bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmişse de, Dairemizce verilen 26/12/2018 günlü ara kararına verilen cevaba göre de dava konusu tahakkuk fişinde; tahakkuk fişine karşı dava açılması halinde dava açma şeklinin ve dava açma süresinin kaç gün olduğu hususuna yer verilmediği açık olup, anılan Anayasa hükmü karşısında dava açma süresinin geçirildiğinden söz edilmesine olanak bulunmadığından, davanın süresinde açıldığının kabulü ile işin esasının incelenmesi gerekirken, davayı süreaşımı nedeniyle reddeden vergi mahkemesi kararında hukuka uygunluk bulunmamaktadır.” ifadelerine yer verilmiştir.

İstanbul BİM.6.VD. 17.02.2020 tarih ve E.2019/3287, K. 2020/402 sayılı kararında; “Olayda, 213 sayılı Vergi Usul Kanunu'nun 153/A maddesi uyarınca yapılan tahakkuka ilişkin vade belirleme yazılarında, Anayasa'nın amir hükmüne rağmen, söz konusu işleme karşı ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağının ve başvurusu sürelerinin gösterilmediği, dolayısıyla davacı şirketin bu işleme karşı meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkını kullanmasına imkan verilmeyerek, hak arama hürriyetinin önüne geçildiği sonucuna varılmakla, mevzuat hükümlerine uygun olarak tanzim edilmemiş olan yazıya dayanılarak davacı şirket adına düzenlenen dava konusu ödeme emrinde hukuka uyarlık görülmemiştir.”Mustafa Balcı,Güncel Yargı Kararları Işığında (6183 Sayılı Kanun Kapsamında) Teminat İsteme Ve İhtiyati Haciz Uygulamalarında Yaşanan Hukuki Sorunlar ve Çözüm Önerileri, On İki Levha Yayıncılık, 2.Baskı, İstanbul, 2021, s. 95 ila 99.

Dan.9.D., 07.03.2017 tarih ve E.2016/15854, K.2017/2382 sayılı kararında; 2709  sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının "Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü" başlıklı 11. maddesinde, Anayasa hükümlerinin, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğu ifade edilmiş, " Hak arama hürriyeti" başlıklı 36. maddesinde de, "Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir." hükmüne yer verilmiş, Anayasanın "Temel hak ve hürriyetlerin korunması" başlıklı 40. maddesine 4709 sayılı Kanunun 16. maddesiyle eklenen ikinci fıkrada     ise, "Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır." düzenlemesi öngörülmüş, bu ek fıkranın gerekçesinde ise," Bireylerin yargı ya da idari makamlar önünde sonuna kadar haklarını arayabilmelerine kolaylık ve imkan sağlanması amaçlanmaktadır. Son derece dağınık mevzuat karşısında kanun yolu, mercii ve sürelerin belirtilmesi hak arama, hak ve hürriyetlerin korunması açısından zorunluluk haline gelmiştir." açıklaması yapılmıştır.

Bu nedenle, özel kanununda yer alan düzenleme gereği tebliğ tarihinden itibaren 7 gün içinde dava açılması gereken ödeme emirlerinin içeriğinde, bu bilgiye yer verilmemiş olduğu dikkate alındığında, anılan Anayasa hükmü karşısında dava açma süresinin geçirildiğinden söz edilemeyeceğinden, açılan davayı süre aşımı nedeniyle reddeden Vergi Mahkemesi kararında usul hükümlerine uyarlık görülmemiştir.” ifadelerine yer verilmiştir. Karara UYAP üzerinden 10.04.2021 tarihinde ulaşılmıştır.)

(4) Dan.10.D., 04.12.2017 tarih ve E. 2016/4449, K. 2017/5201 sayılı kararında; Bu durumda özel Kanununda yer alan düzenleme gereği, tebliğ tarihinden itibaren 7 gün içinde iptali istemiyle dava açılması gereken dava konusu ödeme emrinin içeriğinde, Anayasa'nın 40. maddesine aykırı biçimde başvurulacak kanun yolunun tereddüte yer vermeyecek şekilde açıkça gösterilmemiş olması karşısında, ödeme emrinin tebliğinden itibaren genel dava açma süresi olan 60 gün içinde açıldığı anlaşılan davanın süresinde olduğunun kabulü gerekmektedir.” ifadelerine yer verilmiştir.

Dan.10.D., 31.05.2017 tarih ve E. 2016/15899, K. 2017/2799 sayılı kararında; “Bu itibarla, Anayasa'nın 40. maddesi hükmü dikkate alınarak, özel dava açma süresine tabi olmasına rağmen, bu hususun idari işlemde açıklanmaması veya doğru gösterilmemiş olması halinde, dava konusu idari işlemin tebliğ tarihinden itibaren, özel dava açma süresinin değil, 60 günlük genel dava açma süresinin uygulanması gerektiği sonucuna varılmaktadır.

Uyuşmazlık konusu olayda; dava konusu ödeme emrinde, borcun nasıl ödenmesi gerektiği ve ödenmemesi halinde yapılacak işlemler belirtildiği halde, kaç gün içerisinde davanın açılacağı ve dava açılması halinde görevli mahkemenin hangi mahkeme olduğunun belirtilmediği dikkate alındığında, 18/12/2009 tarihinde tebliğ edilen ödeme emrinin iptali istemiyle 60 günlük dava açma süresi içinde 16/02/2010 tarihine kadar dava açılabilecekken bu süre geçirildikten sonra 02/03/2010 tarihinde açılan davada süre aşımı bulunmaktadır.” ifadelerine yer verilmiştir.

Dan.6.D., 16.05.2019 tarih ve E. 2019/7187, K. 2019/4409 sayılı kararında; “Bu itibarla; uyuşmazlıkta, özel kanunda yer alan düzenleme uyarınca tebliğ tarihinden itibaren 7 gün içinde iptali istemiyle dava açılması gereken dava konusu ödeme emri içeriğinde Anayasa'nın 40. maddesinde yer alan düzenlemeye uygun olarak dava açma süresinin gösterilmemiş olması nedeniyle, işlemin tebliğ tarihinden itibaren genel dava açma süresi olan altmış (60) gün içinde ve 07/01/2016 tarihinde bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmış olup, davanın süresinde olduğunun kabulü ile davanın esasının incelenmesi suretiyle bir karar verilmesi gerekirken, süre aşımı nedeniyle davanın reddi yolundaki temyize konu kararda hukuki isabet görülmemiştir.” ifadelerine yer verilmiştir.  (Kararlara UYAP üzerinden 10.04.2021 tarihinde ulaşılmıştır.)

(5) Gaziantep BİM.2.İDD. 10.11.2020 tarih ve E.2019/1126, K. 2020/1274 sayılı kararında; Bu itibarla, Anayasa'nın 40. maddesi hükmü dikkate alınarak, özel dava açma süresine tabi olmasına rağmen, bu hususun idari işlemde açıklanmaması halinde, dava konusu idari işlemin tebliğ tarihinden itibaren, özel dava açma süresinin değil, altmış günlük genel dava açma süresinin uygulanması gerekir.

Bu durumda; dava konusu ödeme emri içeriğinde ilgililerin kaç gün içinde, hangi mercilere başvurabilecekleri belirtilmediğinden, 6183 sayılı Kanunun 58. maddesinde gösterilen özel dava açma süresinin değil, ödeme emrinin 05/05/2017 tarihinde tebliğinden itibaren 2577 sayılı Kanunun 7. maddesinde öngörülen 60 günlük genel dava açma süresi içinde en son 04/07/2017 (Salı) tarihinde bakılan davanın açılması gerekirken, bu süre geçirildikten çok sonra 28/05/2018 tarihinde açılan davanın süre aşımı nedeniyle esasının incelenmesine olanak bulunmadığı, aksi yönde işin esasına girilerek verilen Mahkeme kararında ise hukuki isabet bulunmadığı sonucuna varılmıştır.” ifadelerine yer verilmiştir.

  • İstanbul BİM.5.İDD. 10.09.2019 tarih ve E.2019/1907, K. 2019/2388 sayılı kararı,
  • Konya BİM.2.İDD. 22.10.2019 tarih ve E.2019/1477, K. 2019/1827 sayılı kararı,
  • İstanbul BİM.9.İDD. 19.02.2018 tarih ve E.2017/3497, K. 2018/340 sayılı kararı,
  • Ankara BİM.6.İDD. 30.04.2018 tarih ve E.2018/319, K. 2018/617 sayılı kararı,
  • İzmir BİM.4.İDD. 23.05.2017 tarih ve E.2017/988, K. 2017/925 sayılı kararı,
  • Gaziantep BİM.2.İDD. 27.9.2017 tarih ve E.2017/7553, K. 2017/5897 sayılı kararı,
  • Konya BİM.5.İDD. 18.11.2017 tarih ve E.2017/856, K. 2017/1224 sayılı kararı,
  • Samsun BİM.2.İDD. 29.12.2016 tarih ve E.2016/134, K. 2016/218 sayılı kararı,
  • İzmir BİM.6.İDD. 17.10.2016 tarih ve E.2016/281, K. 2016/132 sayılı kararı aynı yöndedir. (Kararlara UYAP üzerinden 10.04.2021 tarihinde ulaşılmıştır.)

(6) Dan.7.D., 11.10.2018 tarih ve E.2015/104, K. 2018/4388 sayılı kararında; “Davacı adına düzenlenen ödeme emrinde; başvurulacak yargı mercii veya idari makam gösterilmediği gibi başvuru süresinin de gösterilmediği açıktır. Bu durum, Anayasanın 40'ıncı maddesinin ikinci fıkrasına ilişkin gerekçede belirtildiği gibi son derece karışık olan mevzuat karşısında bireylerin yargı yeri ve idari makamlar önünde haklarını sonuna kadar arayabilmelerini olanaklı kılmak amacıyla öngörülen zorunluluğa aykırı ve dolayısıyla, Anayasanın 36'ncı maddesinde öngörülen hak arama hürriyetini sınırlayıcı bir sonuç doğurmuş ve Anayasanın temel hak ve hürriyetlerin korunmasını düzenleyen 40'ıncı maddesine açıkça aykırılık oluşturmuştur.

Bu itibarla; Anayasanın 40'ıncı maddesindeki düzenlemeye aykırı olarak, başvuru yolları, mercii ve süresi gösterilmeyen, ödeme emrinin iptali istemiyle açılan davanın, Anayasanın 40'ıncı maddesi dikkate alınmaksızın süre aşımı sebebiyle reddi yolunda verilen mahkeme kararında hukuki isabet görülmemiştir.” ifadelerine yer verilmiştir. (Karara UYAP üzerinden 10.04.2021 tarihinde ulaşılmıştır.)

(7) Dan.VDDK., 27.01.2021 tarih ve E:2020/11, 2021/11 sayılı kararında; “Anayasa'nın "Temel hak ve hürriyetlerin korunması" başlıklı 40. maddesine, 4709 sayılı Kanun'un 16. maddesiyle eklenen ikinci fıkranın gerekçesinde, değişikliğin, bireylerin yargı ya da idari makamlar önünde sonuna kadar haklarını arayabilmelerine kolaylık ve imkan sağlanması amacıyla ve son derece dağınık mevzuat karşısında kanun yolu, mercii ve sürelerin belirtilmesinin hak arama ve hak ve hürriyetlerin korunması açısından zorunluluk haline gelmesi nedeniyle yapıldığına değinilmiştir.

Yukarıda anılan Anayasal düzenlemeler ve değinilen gerekçenin değerlendirilmesinden, Devletin, kurumları vasıtasıyla tesis edilen her türlü işlemlerinde, bu işlemlere karşı başvurulacak yargı yeri veya idari makamlar ile başvuru süresinin gösterilmesinin Anayasal zorunluluk haline getirildiği anlaşılmakta, Anayasa'nın bağlayıcılığı karşısında, bu zorunluluğa yasama, yürütme ve yargı organlarının, idare makamlarının ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarının uymakla yükümlü oldukları sonucuna ulaşılmaktadır.

Bu bağlamda Devletin bir kurumu olan vergi idaresinin de tesis ettiği idari işlemlerde, işleme karşı başvurulacak kanun yolunu, idari mercii ve başvuru süresini göstermesi gerekmekte olup bu gereklilik, ilgili makamların takdirinde olmayıp en üst hukuki norm olan Anayasa'nın bağlayıcılığının zorunlu bir sonucudur. 

Diğer yönden, uygulama yasalarında bu zorunluluğu öngören bir düzenleme bulunmayan durumlarda, Anayasa'nın 40. maddesinin ikinci fıkrasının, doğrudan uygulanabilirliği sorunu yönünden de değerlendirme yapılması gereklidir. Anayasa kuralları, kural olarak doğrudan uygulanacak hükümlerden olmayıp yasalarda gerekli düzenlemeler yapılarak yaşama geçirilirler. Ancak öğretide ve Anayasa Mahkemesi'nin kimi kararlarında, yürürlüğe konulması gereken yasal düzenlemede yer verilmesi gereken konuların Anayasa metninde açıkça kurala bağlandığı durumlarda, bir özel yasa ya da yürürlükteki yasalarda uygun değişiklik yapılması gerekmeksizin Anayasa hükümlerinin doğrudan uygulanacağı kabul edilmektedir. Nitekim Anayasa Mahkemesi, 28/12/2004 tarih ve E:2004/84, K:2004/124 sayılı kararında, Anayasanın 40. maddesinin ikinci fıkrasının, doğrudan uygulanır nitelik taşıdığını kabul etmiştir.

Tüm bu hususların değerlendirilmesinden, Devletin işlemlerinde, bireylerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorunda olduğunu öngören Anayasanın 40. maddesinin ikinci fıkrasının, ayrı bir yasal düzenlemenin varlığını gerektirmeyen, doğrudan uygulanabilir nitelik taşımasından dolayı yasama, yürütme ve yargı organlarının, idare makamlarının ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarının işlemlerinde, bu işlemlere karşı başvurulacak idari veya yargı mercileri ve kanun yolları ile sürelerini belirtmesinin zorunlu olduğu sonucuna ulaşılmaktadır. Aksi bir durumun varlığı Anayasanın temel hak ve hürriyetlerin korunmasını düzenleyen 40. maddesine açıkça aykırılık teşkil edecektir.

Bu nedenle, idari makamlarca tesis edilen; hangi kanun yollarına, hangi mercilere başvurulacağı hususu ve başvuru süreleri belirtilmemiş olan işlemlerde tebliğ ile dava açma süresi başlamayacak olup bu şekilde tesis edilen işlemlere karşı açılacak davalarda davanın süresinde açılmadığından söz edilemeyecektir.” ifadelerine yer verilmiştir. (Karara UYAP üzerinden 10.04.2021 tarihinde ulaşılmıştır.) 

(8) 22/2/2019 tarih ve 30694 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan Anayasa Mahkemesi’nin Başvuru Numarası:2017/29896, Karar Tarihi: 25/12/2018 bireysel başvuru kararında; “41 . Hukuk kurallarının ne şekilde yorumlanacağı veya birden fazla yorumunun mümkün olduğu durumlarda bu yorumlardan hangisinin benimseneceği derece mahkemelerinin yetkisinde olan bir husustur. Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuruda derece mahkemelerince benimsenen yorumlardan birine üstünlük tanıması veya derece mahkemelerinin yerine geçerek hukuk kurallarını yorumlaması bireysel başvurunun amacıyla bağdaşmaz. Anayasa Mahkemesinin kanunilik ilkesi bağlamındaki görevi, hukuk kurallarının birden fazla yorumunun varlığının hukuki belirlilik ve öngörülebilirliği etkileyip etkilemediğini tespit etmektir (Mehmet Arif Madenci, B. No: 2014/13916, 12/1/2017, § 81).

Yargısal kararlardaki değişiklikler, hukukun dinamizmini ve mahkemelerin yaklaşımlarını yaşanan gelişmelere uyarlama kabiliyetlerini yansıtması yönüyle olumludur. Ancak uygulamadaki birlikteliği sağlaması beklenen yüksek mahkemeler içinde yer alan dairelerin
benzer davalarda tatmin edici bir gerekçe göstermeksizin farklı sonuçlara ulaşması, bir kararın belirli bir daireye düştüğü takdirde onanacağı, başka bir daire tarafından ele alındığı takdirde bozulacağı gibi ihtimale dayalı ve birbirine zıt sonuçları ortaya çıkarır. Bu ise hukuki belirlilik ve öngörülebilirlik ilkelerine ters düşecektir. Ayrıca böyle bir algının toplumda yerleşmesi halinde bireylerin yargı sistemine ve mahkeme kararlarına duymaları beklenen güven zarar görebilir (Türkan Bal [GK], B. No: 2013/6932, 6/1/2015, § 64).

Anayasa Mahkemesi; bu noktada derece mahkemelerinin hukuk kurallarını yorumlamasından kaynaklanan içtihat farkının süregelen bir hal aldığı, başka bir anlatımla kısa sayılamayacak bir zaman dilimi içinde uygulamada birliğin sağlanamadığı durumlarda uygulamadaki tutarsızlıkları ortadan kaldıracak nitelikteki tedbirlerin önemine işaret etmektedir

Hukukun üstünlüğü ilkesi gereği yargı sistemine olan güveni sağlamak ve korumakla yükümlü olan devlet, aynı yargı koluna dahil mahkemeler arasındaki derin ve süregelen içtihat farklılıklarını ortadan kaldırabilecek nitelikte bir mekanizmayı kurmak ve bu mekanizmanın etkin bir şekilde işleyişini sağlayacak düzenlemeler yapmakla yükümlüdür. Bu yükümlülük, adil yargılanma hakkının güvencelerinden biri olarak kabul edilmelidir. (Engin Selek, B. No: 2015/19816, 8/11/2017, § 58).

Öte yandan Anayasa Mahkemesi, içtihat farklılığını değerlendirdiği bir kararında Yargıtayın istikrarlı olarak uygulanan içtihattan ayrılarak yeni bir yaklaşımı benimsemesi halinde kamuoyu nezdinde yargıya olan güvenin muhafaza edilmesi bakımından yeni yaklaşımın istikrarlı bir şekilde uygulanması gerektiğine dikkat çekmiş ve içtihat değişikliği sonucunda benimsenen yaklaşımın uygulamada birliği sağlamakla görevli yüksek mahkemeler tarafından istikrarlı olarak uygulanmamasının adil yargılanma hakkını ihlal edebileceğine karar vermiştir (Hakan Altıncan [GK], B. No: 2016/13021, 17/5/2018, §48).

Somut başvurunun konusu, benzer koşullarda çalışan işçiler tarafından açılan davaların Yargıtay daireleri arasındaki görüş ayrılığı nedeniyle farklı sonuçlandığı ve bu hususun hakkaniyete aykırı olduğu iddiasıdır.

46. Başvurucu; 3294 sayılı Kanun'un 7. maddesi uyarınca, muhtaç olan vatandaşlar ile herhangi bir nedenle ülkede bulunan aynı durumdaki kişilere yardım etmek, sosyal adaleti sağlayan tedbirler almak, sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı temin etmek amacı taşıyan Vakıfta hizmet sözleşmesine bağlı olarak çalışmaktadır. Başvurucu; anılan Vakfın niteliği, kuruluş amacı ve yönetim şekli itibarıyla kendisinin kamu işçisi olduğunu ileri sürerek kamu personeline belirli şartlar altında yapılan ilave tediyeden yararlanmak amacıyla dava açmıştır.

Başvurucu tarafından dosyaya eklenen karar örneklerinden aynı işyerinde çalışan işçiler tarafından aynı nedene dayalı olarak açılan davaların bir kısmı işçiler lehine sonuçlanmışken bir kısım davanın da işçiler aleyhine sonuçlandığı saptanmıştır. Yine Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UY AP) üzerinden temin edilen belge ve bilgilerden ülkenin başka yerlerinde faaliyette bulunan benzer vakıflarda çalışan personel tarafından açılan davaların bu tür uyuşmazlıkların öteden beri temyiz mercii olan Yargıtay 9. Hukuk Dairesi ve sonradan bu görev verilen (kapatılan) Yargıtay 7. Hukuk Dairesi tarafından kabul edildiği görülmüştür.

Her iki Daire de Vakıf çalışanlarının kamu işçisi olduğunu ve şartları uygunsa idare tarafından ödenmesine karar verilen ilave tediye alacağından yararlanacaklarına dair kararlar vermiştir. Buna karşılık 2011 yılında kurulan Yargıtay 22. Hukuk Dairesi, anılan vakıfların özel hukuk tüzel kişisi statüsüne sahip olduğunu ve dolayısıyla kamu personeli sıfatı bulunmayan çalışanlarının ilave tediyeden yararlanmayacağını istikrarlı olarak hüküm altına almıştır. Başvurucunun hizmet akdi ile çalıştığı Vakfın niteliğini de ele alan İBK'ya rağmen Yargıtay daireleri, söz konusu kararın vakıfların niteliğini belirlemekle birlikte çalışanların statüsüne ilişkin bir tespit içermediği görüşünden hareketle önceki görüşleri doğrultusunda kararlar vermeye devam etmiştir (bkz. §§ 20, 22). 

Bu bağlamda Anayasa Mahkemesi, Yargıtayın ilgili Daire ve Kurulları tarafından istikrarlı olarak uygulanan bir içtihattan ayrılma söz konusu olmadığından somut olayın yukarıda anılan Hakan Altıncan başvurusundan farklı olduğuna işaret etmektedir.

Yargıtay daireleri arasındaki derin ve süregelen içtihat farkının faaliyete giren istinaf mahkemesi niteliğindeki BAM daireleri arasında da sürdürüldüğü saptanmıştır. Öte yandan Yargıtay, işveren konumundaki vakıfların hukuki statüsünün belirlenmesi amacıyla içtihadı birleştirme yoluna gitmiş ancak anılan kararda vakıfların özel hukuka tabi tüzel kişi olduğu tespiti yapılmışsa da çalışan personel hususunda bir değerlendirme yapılmamıştır.

Nitekim Yargıtay 22. Hukuk Dairesi bu belirlemenin kendi görüşü doğrultusunda olduğuna ilişkin değerlendirmeler yapmışken Yargıtay 9. Hukuk Dairesi ise İBK'nın çalışanların hukuki durumunu etkilemediği kanaatiyle görüşünde herhangi bir değişiklik yapmamıştır.

Yargıtay daireleri ve BAM vermiş oldukları birbirine zıt kararlarda vardıkları sonuca hangi nedenle ulaşıldığını başvurucu ve üçüncü kişiler tarafından objektif olarak anlaşılmasına imkan verecek yeterli gerekçeler sunmaktadır.

Somut olaya konu sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakfı çalışanlarının ilave tediye alacağına hak kazanıp kazanmayacağı hususunda yedi yıldan beri süren içtihat farklılığının derinleşmiş ve sürekli bir nitelik kazanmış olması, Dairelerin ve buna bağlı olarak alt dereceli mahkemelerin vardıkları sonucun davaların somut özelliğinden kaynaklanmaması ve hukuki belirsizliğe yol açan bu durumun ortadan kaldırılmasını sağlayacak içtihadı birleştirme kararı gibi elverişli bir mekanizma bulunmasına rağmen bunun işletilmemesi neticesinde uyuşmazlığın çözümünde görev alan Daire ve Kurula göre farklı ve birbiriyle çelişkili kararlar ortaya çıkmıştır. Başka bir anlatımla derin ve süregelen farklılıkları ortadan kaldırmaya elverişli bir mekanizma niteliğindeki içtihadın birleştirilmesi yolunun işletilmemesi nedeniyle varılan sonucun başvurucu için öngörülemez olduğu ve bu hususun hükümden bağımsız olarak yargılamanın hakkaniyetini zedelediği sonucuna ulaşılmıştır.

Açıklanan gerekçelerle başvurucunun Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir." ifadelerine yer verilmiştir.

(Bu makale, Yazarın devam eden “Kamu Alacağı ve Kamu Borçlusu Kavramları ile Uygulamada Yaşanan Hukuki Sorunlar Ve Çözüm Önerileri” kitap çalışmasından alınan bir kesittir.)

Yorumlarınızı Bize Yazınız

Soru Sor