Vergi, Maliye, Ekonomi, Sosyal Güvenlik, Ticaret Hukuku Hakkındaki Herşey

Kültür ve Sanat

Ozan BARDAKÇI
Ozan BARDAKÇI
2023OKUNMA

Kaçtı keyfi Ada’nın

Erken everilsin yahut kaçarsa geri dönmesin diye büyük yazdırılmış, küçük bir kızın ikinci çocuğuydu. Ablası daha kırk günlük olmadan sıtmaya yakalanıp kapamıştı minik gözlerini hayata. Hal böyle olunca, nüfus kayıtlarına bile girmeye hakkı yoktu yavrucağızın. Öyle ya, kim şehre inip uğraşacaktı türlü resmi muameleyle? Hem nerde iki çinik buğday verip şehre inmek? Kolay mı öyle…

Anacağızının 16’sında hüsranla biten ilk doğumunun ardından 17 yaş muştusuydu o. Yumru gözleri, basık burnu, çatık kaşları; “ben geldim!” diyordu her haliyle.

Memet koydular adını, dedesinin adını verince soy da devam edecekti haliyle. Hem etliye sütlüye karışmaya ne hacet! Başka da isim gelmedi zaten kimsenin aklına.

El bebek gül bebek olmasa da emdi anasını bir yaşına kadar. E tabi kardeş gerekti; yazıya, tarlaya, tapana… Mecbur oturdu sofraya, sütü kesilen anasından hayır göremeyince. Gün oldu tarhana, gün oldu ayran aşı; Allah ne verdiyse.

Babaannesinin sırf otorite tazelemek için gün aşırı payladığı daimi gebe anası; her sabah yazmasını bağladıktan sonra ecevit sobasını yakar, üste alüminyum çaydanlığı koyar, eskimiş bir penyeyle alt gözü tutup akşamdan hazırladığı mayalıyı yerleştirir ama yine de yaranamazdı kaynanasına.

Osman’ın karısıydı anası, en büyük oğlanın. E bu karının bir de kaynanası olmalıydı; hele bir de dede öldüyse, seyreyle valide sultanlığı! Zaten baştan beri çok istememişti bu sıska ve yetim kızcağızı.

Biraz geç dillendi Memet, her oğlan çocuğu gibi. Zaten evde de pek konuşan yoktu. Yürümeye başladıktan sonra kapsalık kapısını açmayı da öğrendi, az dayak da yemedi hani! Sen misin patlıcanı, biberi olmadan yolup ısırıp ısırıp atan? Yeri geldi domuz dölü oldu, yeri geldi boyu devrilesice. Öyle ya sütü de bozuktu valide sultanın nazarında, karşı köyden gelin gelen yetim anasından sebep.

Büyüdüğü yerde marabalık yoktu belki ama patrona saygıyı da babasından öğrendi. Saygı deyip geçmemek lazım öyle… Ekmeğini verir patron. Her akşam baba şehirden eve döndüğünde, hele bir de çarşı ekmeği gazete kağıdına sarılıysa, ne ala! Patron önemliydi, böbürlenerek anlatılırdı onun için yapılanlar. İtiraz, ne mümkün! Ne dese haklı, ekmek veriyor sonuçta. Hem de çarşı ekmeği.

Severdi Memet çarşı ekmeğini. Sıcaksa, gevrekse, köşesi de kendisine denk geldiyse; öyle severdi ki. Zaten onun da tek derdi ekmek getirmek olmayacak mıydı, zamanı geldiğinde.

Beş sınıfın aynı derslikte münavebeli eğitime tabi tutulduğu bir okulda başladı eğitim hayatına; kara önlüğü ve eski bir güneşlik perdeliğinden devşirilmiş beyaz yakasıyla. Zaten zorunluydu beş yıl, haftada bir eğitim neferine götürdüğü üç beş yumurta kadar. Hâlbuki o da isterdi arada bir horoz ya da tavuk götürebilmek, biricik muallimine.

Horoz, tavuk, tereyağı, bolca yumurta, az yumurta sıralamasında sonlarda yer almasından mıdır pek bilinmez; matematiği öğrenemedi Memet, Türkçeyi de, hayat bilgisini de filanı da feşmekanı da…

El işinde gündelikçilik, sanayide çıraklık, bahçede bel bellemek, davar gütmek yazının sarı sıcağında… Hayatın sunduğu imkanlar bunlardı; üç yumurta karşılığında.

Gürbüz bir oğlandı; güç bela biten zorunlu mektep hayatının sonrasında 13 yaşındaydı, maşallahı da vardı, daha da boy atardı, hane de kalabalıktı...

Amcaları çalışsa da, daha çok gayme lazımdı on üç boğazı doyurmaya. Zaten babası da fıtık olunca, patron haklı (!) olarak yol vermişti Osmana.

Haklıydı patron elbette, bunca yıl ekmek vermişti zira. En büyük torun olunca başladı çalışmaya 14 yaşında; hayatı boyunca el işi görmemiş mebuslar tarafından yazılmış iş kanunu hükümleri uyarınca.

İlkin sanayide denedi şansını. İngiliz anahtarını alınca eline, özenle verirdi ayarı. Hele ondört onbeş yok mu, her işe yarardı. Mesai bitimine yakın alyan anahtarlarının yağını üstübüyle sildikten sonra paydosu beklerdi atölyede. Lakin yetmezdi haftalığı, evde bekleyen aç karınları doyurmaya.

Onsekizine kadar dayandı sanayide, biraz da çıraklık okulu bitsin diye. Osman efendinin beli iyiden iyiye çökmeye başladığında, anası da kırka merdiven dayamıştı beş çocuğuyla.

Başka şehirlerde iş aramaya koyuldu Memet. Çıraklık okulundan üç beş tanıdık otellerde mevsimlik, lakin yevmiyesi dolgun işler önerdi. Daimi işinden aldığının üç katını duyunca iştahı kabardı. Bahşişi bile varmış, sigorta da cabası. Ne de olsa patron patrondu, iş işti. Mesele mi, mesele doymaktı. Paraydı mesele, yenmezdi, içilmezdi ama her yerde geçerdi; öyle ya, açamayacağı kapı da yoktu.

Benim diyen tatilcinin gezemeyeceği kadar yer gördü Memet. Bodrum’du, Marmaris’ti, Didim’di; garsondu, bulaşıkçıydı, valeydi… Ama mesele ekmekti.

Haline münasip birini bulup çoluğa çocuğa karışma derdine düşmesi askerlik dönemine rastladı. Öyle ya onaltı ay, dile kolay. Vatan bekledi Memet!

Döndüğünde babası yatalak, anası şehirde gündelikçi olmuştu. Bacısının karşı köyden birine kaçtığını duyduğunda belki daha önceleri olsa çifteliyi duvardan indirme gayretine girerdi ama hal vakitlerinin çok da kötü olmadığını öğrenince pek aldırış etmedi sevenlere. Zaten bir küçüğü de karıştığı kavgada bıçakladığı adamdan ötürü sekiz yıl almıştı, en az beş yıl yatarı vardı. Ne haldi, ne münasip.

Kah hale gitti sebze taşımaya, kah inşaata beton atmaya. Gündelikte geçen üç beş yılın ardından tatil yörelerinden, eski ahbapların birinden bir ses geldi. “Gel İstanbul’a, hala altın taşı toprağı” diyordu. “Karada belki zor ama, adaları var bu şehrin” diye ekliyordu.

Bildiği işti Memet’in. İşini yaptın mı, patrona da yaranırsan değme keyfine. Bekardı da zaten, geride bekleyen yoktu. Para da lazımdı. Hem belediyede azaymış, lokantanın patronu. Belki devlet kapısında işi de olurdu, göze girerse. Hem patron değil mi canım; mecbur yaranacaksın, gireceksin göze.

Giydi siyah pantolonu, beyaz gömlek de cuk oturdu kavisli vücuduna. Restoranın girişinde duracaktı. “Hoş geldiniz, beş gittiniz, buyurunuz efendim” vazifesi verilmişti. Arada kızlar da bakıyordu hani, işveli işveli.

Yatacak yeri de vardı, kap yemeği de; bu keyifli ada restoranında. Üstüne para bile veriyorlardı, daha mı sevmesindi meclis azası Fatmanım’ı? 

Geçmişten tecrübesi olduğundan ne o yadırgadı işini, ne de iş sahipleri duruşunu. Akşam postasına verdiler, açık kapansın diye. Zaten mayıstan eylüle dört beş ay biri lazımdı, akşam vakti göz kulak vazifesi görmeye.

Dört gibi gelir, kapıda durur, gelene geçene bazen bakışıyla bazen de yeni ürün takdimiyle restoran daveti yapardı. Gece de, bir gibi çıkardı kapanışla. Öyle çığırtkanlığa da gerek yoktu. Genelde öğle sonraları diğer adaları gezdikten sonra adaya gelmiş orta yaş emekli çiftlerin kemizlenmemek(1) için “balık ne kadar?”, “salata ne kadar” sorularına cevap verirdi. Çoğu da içeri bile girmeden giderdi zaten.  Pahalı mekandı zira. “Altmış liraya balık mı olur lan; bir de salata söylesen gitti yevmiye.” derdi içinden, her orta yaşlı beybaba sorusunun ardına.   

Tenhalaşınca ortalık içeri girerdi. Yenice gelen balıkları, biten balıkları ya da o gün gelmeyecek balıkları öğrenip kapısına dönerdi; ekmek kapısına. Ara ara da kendi memleketindeki barajlarda tuttuğu sazan balıklarını, alabalıkları aklına getirirdi.

Akşamları müşteriler bir bir evlerine, deniz taksilerine, yatlarına, kotralarına her neyse canım kapı dışına dağılıp yavaştan sessizlik restorana hakim olmaya başladığında ada gazetesine göz atardı. Alınırdı zaten her gün üç beş gazete, müşterilerden okuyan olur diye. Merak ederdi elbet, yaşadığı bu küçük kara parçasında ne olup bitiyor diye.

Alırdı gazeteyi, müşteriler yavaştan gitmeye başlayınca. Genelde başlıklara bakar, sonra haberin ilk paragrafını okur ve kanaat getirirdi. “Bu böyleymiş” diye. Belki haberin sonunda iddianın aksi ispat edilirdi. Önemli değildi, iddia edildi ise ispat edilmişti. Koskoca gazete yalandan başlık atacak değildi, o da haberin tamamını okuyacak…

Güneşin, kavruk tenini her günkü gibi yaktığı bir öğle sonrası ardından hala sıcak esintilerin bunalttığı bir akşamda; alelacele yenmiş bir karavana yemeğinin doygunluktan ziyade yorgunluk verdiği saatlere girilmişti yine. Paydos vakti yakındı. Pek kimse de yoktu, mola zamanıydı…  

Gözüyle kesti manşeti, her gazetede yazan şeylerdi. Sonra sağ taraftaki dişe dokunur başlıklara baktı. “Adalar kaymakamı okul aile birliği başkanları ile bir araya geliyor”. Tanışma toplantısıymış; öğrenci, öğretmen ve velilerin işbirliği içinde çalışması lazımmış. “İyi yapıyor kaymakam” dedi içinden. “Önemli tabi işbirliği.” Sonra durdu, “ben kaymakam olsam ne yapardım?” dedi kendine. “Aklım ermez öyle işlere ama işbirliği önemli!” dedi yine.

“Adalar ilçesinde evine yakın lise hangisi?” diye bir başlık gördü. Sonra adaya baktı, başlıkta bir boşluk gördü. Has… geçirdi içinden. “Sonuna yürüsen kaç dakika sürer, çocuk az yürüsün de yol görsün” dedi yine içinden.

“Türk fındığı bir tercih değil, vazgeçilmezdir!” Sağlık köşesinden bir başlıktı elbette bu. Her yerel gazetede iş olsun diye konulan sağlık köşelerinden işte. Ama merak etti Memet, pek de tadına vakıf olmadığı fındığın faydalarını. Yağı, çikolatası; ordusu, rizesi, daha neleri neleri. Ama dayısı geldi birden aklına.

On oniki yaş büyüktü kendinden, annesinin erkek kardeşi adam. Anasından da altı yedi yaş küçük işte. Ana yetim olunca dayı da üveydi elbet, ama Memet’i severdi dayısı. Birkaç kez anlatmıştı, ilkokulda hükümetin fındık dağıttığını poşetlerde. Hem de her gün verirlermiş bol keseden. O zamanlar hükümet zenginmiş, Çernobil mahsulü fındıklar dağılırmış öğrencilere Karadeniz yöresinden gelen. Dağıtılırmış fındıklar, ülkenin dört bir yanındaki öğrencilere poşetlerde.

Bir haber daha okuyup gazeteyi kenara koymaya niyetlendi, fındık meselesine daha fazla kafa yormadan. “Kınalıada Kız Futbol Takımı Mithatpaşa’da Bahar Rüzgarı Estirdi!” diye bir başlık çarptı gözüne. “Ne olmuş ola ki” dedi, içinden.

Altmış dokuz yılında kurulmuş takım. Kendi yaşını hesap etti ve durdu, “baya da olmuş” diye mırıldandı. “Türkiye’nin ilk kız takımıymış öyle mi?” dedi kısık sesle. Sayfayı açtı, siyah beyaz bir fotoğraf gördü. İlkin sağda ayakta duran kızın yenice çıkmış ama formayı da yelkenliye dönüştürmüş göğüslerine dikkat kesildi, tüm fotoğrafın önüne geçer gibiydiler. Utandı, topladı kendini birden. Fotoğrafın altında yazan “Taktik alıyorlar” yazısını gördü. Sonra çevresine baktı; “acaba fotoğraftaki kızların memelerine bakıp bakmadığını fark ettiler mi?” diye düşündü ve gazeteyi aldığı yere bıraktı.

Dışarıdaki masalar yavaştan toplanmaya başlamıştı, kendisinden beş altı yaş küçük çömez garsonlar tarafından. Hafiften de lodos vardı, halsizlik veren cinsinden. Öyle diyorlardı adına buradakiler, baş ağrısı yapan bu ılık esintiye.

Canı bir sigara çekti, ılık esen rüzgara inat. Fakat kapıda içmesi yasaktı işçi kısmının. Geçti arka tarafa, yaktı bir ecnebi sigarası. “Ulan bu merete de her ay zam geliyor, bırakılmıyor da ha deyince namussuz! Tütün de kokuyor, kim uğraşacak hem sarmayla.” dedi genç garsonlardan birine. “Evet abi, haklısın.” dedi oğlan başını eğerek yeni terleyen bıyıklarının altından. Oğlan başka bir şey demedi, Memet de pek muhatap olmadı beş altı yıl önceki haliyle. Öyle ya, hele o garson çocuk büyüyecek, askere gidecek, daha neler neler…

Sigarası bitince çıktı yeniden kapıya. Geldiği günden bu yana her gün üstünden defalarca geçtiği sınır çizgilerine baktı dikkatlice. Büyüdüğü topraklarda böyle çizgiler yoktu. E tabi çizgiyi aşan masalar da haliyle.

Belediye çizermiş bu sınırları, insanlar rahatça geçebilsin diye. Sınır çizgisinin dışına da masa konulmazmış. Yasakmış, belediye yasaklamış. “Belediye azasına yasak mı olurmuş?” dedi kısık sesle. Allahtan üç beş masa vardı çizginin dışında kalan, henüz toplanmamış. Gerçi bu saatte zabıtanın yemekle içmekle derdi ne?

İçerden bir ses koptu. “Şangıııırt” diye. Kırmıştı tabakları çırak. “Ah bu çıraklar” dedi içinden, “ulan içinde neyin var?” diye bağırdı patronunu düşünerek. Öyle ya işçi kısmı değil mi, düşünür mü hiç patronunu? Tam da yarına izin koparmış, ona sevinirken olacak iş miydi şimdi. “Kaçı kırıldı?” diye sordu ilkin. “Topla şunları, bakma yüzüme öyle!”, dedikten sonra çocuğun gözlerine baktı yeniden; nenesinin anasına baktığı gibi. Sonra daha hiddetlice: “Lan bakma öyle yüzüme!”

Göz ucuyla yerdeki kırık tabakları saydı. En az on tane vardı. Garson çocuk korkmuştu; Memet de öyle. Hem demezler mi “Sen nasıl göz kulak oluyorsun buraya?”, demezler mi?       

Çıktı kapıya tekrar garip bir can sıkıntısıyla. Halim selim bir adamla göz göze geldi. On oniki adım ötedeydi. Orta yaşlardaydı, biraz da tanıdık buldu. Hakkaten şu memlekette çalıştırmadığı takım kalmamış teknik direktör müydü o? Arada o gelirdi bu taraflara.

Hayır değildi, ışık yüzüne yansıyınca gelenin saçlarının başka tür tarandığını ve favorilerinin daha kabarık durduğunu fark etti. Tamam, mavi keten gömlekliydi ama Yılmaz hoca olsa o gömleğin altına siyah bir de fanila giyerdi. Bu adamı da gazetede falan görmüştü. Belki de çalıştığı barlarda, sesi bir daha açılmamak üzere kısılmış televizyonlarda. Kırılmıştı tabaklar da...

Gecenin sessizliğine eşlik eden sakin adımlarıyla yaklaşan adam telefonunu iki eliyle tutuyor ve biraz kendinin biraz etrafın görüntüsü çekiyordu. “İnsan kendi fotoğrafını niye çeker ki?” diye düşündü. “İyi de bunu herkes yapıyor zaten.” diye düzeltti kendini.

Mesafe azaldıkça onun biriyle konuştuğunu anladı. Ama yavaşlamıştı adam, masaları çekiyordu, denizi çekiyordu, Memeti çekiyordu, kaşlarını çatarak geliyordu…

Üç beş adım mesafe kalmıştı aralarında. Adam yaklaştıkça dudaklarının çizgisi düzleşiyor, geriliyor ama bundan hiçbir anlam çıkarılamıyordu. “Evet görüyorsunuz değil mi?” diyordu konuştuğu ya da konuştuklarına, karanlığın sükunetini bozarak. Ne diyordu, kime diyordu hala anlam verilemiyordu.   

Birden Memetin karşısına dikildi, durdu öylece; gözleri kızgın birer ateş topunu andırıyordu. Tabakları kıran garson çocuğa bakan şefi gibi bakıyordu; tokatlamak üzere olduğu çırağa bakan ustası gibi, haftalığına çöken amcası gibi, anasının başında dikilen ninesi gibi, bakıyordu işte.

Gece bir yarısı peyda olan bu alacaklı kılıklı adam, düzleşen dudaklarına verdiği belli belirsiz bir gelirimle: “Bu masalar… Ayıp değil mi çizginin dışına taşıyorsunuz? Kaldırın kardeşim bunları, kaldırın!” diye çıkıştı berrak Türkçesiyle.  

“Sana ne ulan! Sana ne! Ne karışıyorsun.” diye diklendi Memet; gözlerden, dudaklardan ve ıraklardan kalan korkusunu belli etmeden. Zaten tabaklar da kırılmıştı. “Yevmiyeden kesmeseler bari” diye geçirdi içinden.

Sesini yükseltti bu kez mavi gömlekli adam, tek nefeslik mesafeden: “Terbiyeni takın! Sizin yüzünüzden geçemiyor insanlar rıhtımdan, işgal ediyorsunuz her yeri. Bak şu çizgilere, bunları geçmeyin diye çizmişler değil mi? Bu masaları buraya koymayın diye!”

İyi hoş konuşuyordu da, ne karışıyordu; zabıta olsa neyse. Altta mı kalacaktı Memet, çıkıştı tekrardan sana ne diye. Paydos sürprizi mavi gömlekli yabancı ise söylenmeye devam ediyordu, olan biteni telefonuyla çekmeye de.

“Git kardeşim, bak işine! Gece gece uğraştırma beni!” cümlesiyle birleşti, daha kuvvetli olan sağ eliyle iteklemesi. Sendeledi mavi gömlekli adam, toparlandı sonra. Belki düşecekti denize, ama düşmedi. Neyse neydi, adam söylene söylene gitti. Kapı önünde bir gün daha bitti.

Sabah kalktığında hava daha bir aydınlıktı. “Çay mı demlesem?” dedi içinden. Sonra vazgeçti. “Dışarıda yerim” dedi. Üstüne ütülü de bir gömlek giydi. Öyle ya bugün izinliydi…

Baktı pantolonlara, yakıştırdı bir tanesini kırık beyaz gömleğine. Sonra durdu, “oğlum, hep garson gibi giyinecek değilsin ya çıkar şunları” diye seslendi pencere camındaki siluetine.

Keten pantolona gözü ilişti, ekose de bir gömlek uydurdu renklice. “Hem gider Ergün’e, söylerim patlıcanlı böreğimi” diye nazire yaptı uyanmaya çalışan garson çocuğa. Gece gece tabakları kırıp iş çıkarmasını aklına bile getirmeden. Bol esnemeli bir “Evet abi, haklısın” çıktı gurbet kokan uykulu dudaklardan. Sırıttı Memet oğlanın haline. 

Aheste çıktı dört garsonluk konağından(!), kendine ait güne başlarken. Dağa taşa bakarak keyifle indi sahile, usul adımlarıyla.

Varınca küçük pastaneye, oturdu manzaraya karşı. Söyledi böreğini, çayını. Hafiften gerindi serin rüzgara karşı. Sonra bacak bacak üstüne atmayı denedi, beceremedi.

Kenarda duran üç beş gazeteyi fark etti. Kendisinden önce birilerinin okuduğu belliydi. Çayı masaya bırakıp en üstte duranı aldı, iki eliyle kavradı. İlkin başlığa baktı, başlığının solunda “Türkiye Türklerindir” yazıyordu. Gündüzleri pek gazete okumazdı ama bugün izinliydi, hem Türkiye Türklerindi.

Hızlıca çevirdi sayfaları, “havadan sudan yazılar hep” diye geçirdi içinden köyünün kahvesindeki iki çayla gün geçiren dayılar gibi. Çayı da bitmişti, cebindeki paraya baktı. İçinden “Kendime bir kıyak geçeyim” dedi ve bol şekerli bir kahve söyledi. “Bol köpüklüsünden olsun ha!”

Sigarasından tek dal çıkarıp uzun uzun baktı. Biraz kokladı tütünü, kahvesi gelene kadar. Kahvesi gelir gelmez yaktı. Çekti içine derin derin, sonra bir daha çekti. Biraz deniz kokusu, biraz sigarasından çekti.

Kenara bıraktığı gazetenin ekini aldı eline. “Bu gazeteler de çıplak kadın fotoğrafı koymadan ek çıkaramıyorlar, sonra bakınca biz suçlu” diye mırıldandı. Kimsenin duyup duymadığına baktı. Kimse duymamıştı. Birden telefonu çaldı.

İzin gününde patron niye arardı. “Buyrun efendim” dedi meraklı bir sesle. “Memetcim dün gece kapanmadan bir şeyler olmuş galiba. Bir saate restoranda ol. Ha şu senin yamak var ya, onu da al yanına.” diyip kapattı. “Ulan koca patronsun, on tane tabak için adam çağırıyorsun izin gününde?” “Hep şu yamağın yüzünden hep!” diye söylendi sigarasını söndürürken.

Birkaç sayfa çevirdi, istemsiz baktı tüm yazılana çizilene. Sonra köşede dünkü adamın fotoğrafını gördü. “Dünyaca ünlü …..” diye başlayan yazı dikkatini çekti. O adam mıydı? Evet benziyordu. “Dünyaca ünlüymüş demek”. Dünkü olayı anlatıyordu yazı da zaten. Restoranın da adı geçiyordu.

“Belediyenin çizdiği sınırı aşan masalar…”, “Zabıta işlem yapmış…”, Meclis üyesi de üzüntülerini dile getirdi…”, “Zaten çalışanın da işine son…” kaldı öyle. Baştan bir daha okudu. Yoktu artık işi. Bir sigara daha yaktı. Baktı uzaktan artık kendisinin içinde yer alamayacağı sahil restoranına. Yavaştan yeniyetme garsonlarca iki elleriyle tutulup karınlara yaslanan masalara baktı ve yine sınırlara aşan masalara.

Sigarası bitince lojmana geçti. Topladı pılını pırtısını. Alacağı yoktu, vereceğini de zaten vermişti patronuna. Vapura on dakika vardı, yetişirdi.

Öyle de oldu. Yetişti vapura, sınırı aşan masaların yanından geçerek.

Vapurun kıç tarafına yöneldi, yasaklara inat yaktığı sigarasından bir fırt çekti. Baktı gökyüzüne, bir de adaya son kez. Kısık sesle “Ah be Çekerekli Memet! Aşmasaydın çizgiyi de konulmasaydın ya kapının önüne; çizgiyi aşan masalar gibi. Hem kaçmazdı da adanın keyfi.”     

16 Ağustos 2019

1- Keriz yerine konulmak

Yorumlarınızı Bize Yazınız

Soru Sor